• DERYA UÇAR GÖKTAŞ
      DERYA UÇAR GÖKTAŞ

      YAYLA ZAMANI

      Yayınlanma: 26 Haziran 2024 14:45

      Bizim buralarda güneş yüzünü biraz gösterdi mi yayla zamanı gelmiş demektir. Çocukluğumdaki anılarımın çoğu yayladaki geçirdiğim zamanlardır. O zamanlar her şey güzel olmasa da nedense daha gerçekçi daha samimi geliyor şimdi bana. Bir stresle başlayan yayla zamanı sevinçle, heyecanla sona ererdi. Üç aylık serüven hızlı bir şekilde başlar yıllar geçmiş gibi biterdi. Karne aldığımı hiç hatırlamam. Bizim için 23 Nisan okulun bitişi demekti. Bir gün önce kutlamalara katılırken bir sonraki gün kamyonun üzerine halata tutunarak yaylaya giderdik. Yayla serinliğiyle, yeşilliğiyle, mis gibi havasıyla karşılardı bizi. Koyunlar bizden bir hafta önce gelmiş, yaylaya alışmış, bir ev sahibi gibi bizi karşılardı. Çadırları hep birlikte kurup eşyalarımızı yerleştirirdik. Hepimiz tek bir odada kalır; mutfak, banyo hepsi tek bir oda olurdu. Elektrik yerini gaz lambasına, televizyon radyoya, telefon desen zaten çekmiyor ta dağın başına çıkmak gerekirdi. En güzeli radyoydu; her zaman denk gelinmeyen şarkılar, ezberlenen reklamlar, sonuna yetişilen türküler ve çeksin diye tüm çadırı kaplayan teller… Teknolojiden uzak yaylayı bu şekilde anlatınca herkes bir özenir lakin o kadar da güzel değildir bizim yaylalar. Çorak, susuz bu yaylada yaşamak oldukça zor. Hele su… Küçük bir kuyusu bulunan yayla, sanki suyu çokmuş gibi civardan da iki yayla gelirdi. Kuyu uzun ve derin ama buz gibi bir suya sahipti. Bu kuyu için uzun boylu olmak bulunmaz bir nimetti. En temiz suyu almak için uzun bacaklarını açarak kaynağa doğru gidip bidonunu doldururdun. Bizim muhtarın kızı Filiz bu işte en iyisiydi. Bacaklarını bir açtı mı kertenkele gibi sürüne sürüne kaynağa ulaşır en temiz, en soğuk suyla bidonunu doldururdu. Biraz insafı varsa suyu bulandırmaz geride kalanlar da temiz bir suyla bidonlarını doldururlardı. Yoksa büyük bir kavga çıkar doldurulan tüm bidonlar devrilir buz gibi su toprağa karışırdı. Temiz bir su için uzun bacaklarınız yoksa erken kalkıp seher vaktinde kuyuya varmalısınız. O zaman en aşağıdaki su bile berrak bir şekilde parıl parıl parlardı. Ama yayla uykusu güzel olurdu, uyanmak zordu. Zaten uyansak da suya değil tezeğe götürürdü annem. Onun için de erken yola çıkmak gerekirdi yoksa toplayacak tezek kalmazdı. Bu konuda annem ustaydı, eşeklerle hemen yola çıkar geceden hazırladığı yollukları yükler, bizleri eşeğe bindireceğim deyip ikna eder, tepeye aşınca tezeğin olduğu en yoğun yeri belirler, süpürgesiyle geniş bir çember çizer, topladıklarını hemen torbalara yükleyip eşeğin üzerine dengeli bir şekilde yüklerdi. Eşeğin barı sağlam oldu mu düşürmeden, öğle olmadan eve varırdık. Öğle olmadan eve varmamız şarttı çünkü koyunları sağmak için çobanlar getirir, bir saat sonra toplayıp tekrar otlamaya götürürlerdi. Annem sağar, biz de kardeşlerimizle koyunların başını tutardık. Sıkı tutup kaçırmadıysak koyunları, annem ödül olarak bir koyunu sağmamıza izin verirdi. Ah ne güzeldi koyun sağmak!

                    Yaylanın en sevmediğim yanı ise istediğin zaman meyve, sebze yiyememekti. En çok da karpuz yiyememekti. Üç aylık erzakı yanımıza alırdık. Uzun süre dayansın diye genelde bu erzaklar baklagil olurdu. Kahvaltı için peynir ve yoğurttan bol ne vardı yaylada. Bir domatese, salatalığa hasret kalırdık ama en çok karpuza. Sonra bir gün babam elinde renkli kalın poşetlerle köy arabasından iner, bizim çadıra doğru gelirdi. Çobanlık yaptığı yerden iki günlük izin almıştır. Babamdan çok elindeki poşetlere bakardım. Ne olduğu anlaşılmazdı ama büyük mavi poşetin içinde karpuz olduğunu hemen anlardım. Karpuz varsa gerisi önemli değildi benim için. Akşam olunca annem karpuzu hepimizin ortasına alır, baş kısmından daire olacak şekilde küçük bir parça kesip, dörde ayırır, Hatice ablanın çocuğu için fala bakardı. Dördünü havaya fırlatır, aşağı düşen parçalara hep birlikte merakla bakardık. Çift olunca erkek tek olunca kız olurdu. “Hatice’ye diyeyim kızı olacak.” Ultrason yanılırdı ama annemin karpuz falı yanılmazdı. Beni fal ilgilendirmez ben o ara karpuz kırmızı mı değil mi diye bakardım. Kıpkırmızı karpuzu görünce ağzım sulanır, annemin fal için attığı parçaları bile yerdim. Yaylada hiçbir şey israf olmazdı. Annem karpuzu ikiye böler, bir yarısından hepimize birer dilim verir gerisini altı parçaya bölüp ayrı ayrı kaplara koyardı. Biz karpuzun beyazına kadar yerdik hatta kel olmayacağımı bilsem kabuğunu bile yerdim. Hala beyazına kadar yerim karpuzu, yokluğundan değil o zamanlara hürmeten tek bir kırmızılık bile bırakmam. Karpuzu ağzımızın kenarından sularını akıta akıta yedikten sonra annem kaplara koyduğu diğer dilimleri elimize tutuşturur komşulara gönderirdi. Gözümdeki hüznü mü desem kızgınlığı mı desem ya da açgözlülüğü mü desem görmüş olmalı ki annem bana dönüp, “Kızım, buzdolabı yok zaten bozulur hem babanın şehirden geldiğini biliyorlar göndermesek ayıp olur. Onlar da uzun zamandır karpuz yemiyorlar, ikram etmezsek boğazımızda kalır. Hem nasıl olsa bitecek ama paylaşırsan bitmez.”  “Peki akşam niye götürüyorum, sabah verelim?” “Bu karpuz herkese yetmez diğerleri görüp canı çekmesin. Sadece en yakındakilere veriyoruz, keşke daha çok olsaydı da tüm yayladakilere dağıtsaydık.” Hak vermediğim halde itiraz etmeden Aysel teyzeye götürürdüm bana verilen kabı. Aysel teyzenin yüzündeki tebessümü görünce gözüm kalmadan kabı uzatırdım. Sanki koca bir karpuzu tek başına yemişim gibi hissederdim hem de çekirdeksiz tam orta yerini. Bir iki gün sonra Aysel teyzenin küçük oğlu Samet bir tepsi uzatırdı bana akşam karanlığında. Örtüyü bir kaldırdım, neredeyse karpuzun yarısı hem de tek bir çekirdek olmadan. O zaman hak verirdim anneme, paylaşınca bitmediğine.

                    Yaylada geceler güzeldir. Yıldızlara ulaşacak kadar yakın hissedersiniz. Karanlıkta bir de saklambaç oynadınız mı tadına doyulmaz. Ama eğer ebeyseniz yarım saat hatta bazen bir saatte kimseyi bulamazsınız. Tam ebe olmaktan kurtulup asıl oyna dönersiniz ki anneniz çağırır ya işte annem de tam zamanını bulmuş öyle çağırırdı beni. Kimse gitmek istemezdi tabi o zaman anneler son kozunu kullanırdı. İçlerinden biri “Reşeşeve” dedi mi herkes kaçacak delik arardı. Bir anda ortalığı buz gibi bir hava sarar, korku iliklerine kadar hissedilir, artık herkes Reşeşeve’yi görürdü. Reşeşeve aslında kara gece demek ama sadece o anlama gelmezdi. Bunu bütün çocuklar gibi ben de bilirdim. Gece ortaya çıkan Reşeşeve durmadan çocuklara taş atar, eline geçirdiğine musallat olur, gece uykularında karabasanın mesaisini alır nefes aldırtmazdı. Onu görenler uzun yayla gecelerinde durmadan anlatır, bire bin katarak efsaneleri korku filmi haline getirirdi. Bir zaman sonra sen de geceleri her gördüğün taşı Reşeşeve’ye benzetir hale gelirsin. Uykun gelmeyince de annenin elini tutmasını ister kadına uykuyu haram edersin.

                    Yaylada dönüş zamanı ketelerin kokusuyla anlaşılırdı. Herkes çadırın önünde tezeklerden oluşturduğu doğal fırında keteleri pişirirdi. Saatlerce pişen keteyi sabah koyun yoğurduna bandıra bandıra yerdin. Bazıları köye erken gider sabırsızca yola koyulur o zaman çadır diplerini gezme zamanı gelmiş demektir. Herkes bunu bildiği için o telaşta bile geride çerçöp bırakmamaya çalışırdı. Tüm kızlar birleşir ve yaylada buldukları bu meşgaleyi gelenek haline getirirdi. Çadır kalıntıları gezerken çok şey bulunmazdı, şanslıysak ya bir toka ya da bir tespih bulunurdu. Sıra bize gelince annem dönüp çadırdan geriye kalanlara bir bakar ne varsa toplar, süpürgesiyle de son bir defa temizlerdi. Yine kamyonun üzerinde sıkı sıkı halatları tutarak virajlı yollardan geçip köye varırdık. Köye geldiğimizde okullar çoktan başlamış, diziler en az üç bölüm oynamış, karpuzun zamanı ise çoktan geçmiştir.

                    Yaylayı hiç sevmezdim, geri dönmek mümkün olsa asla geri dönmezdim ama ne yalan söyleyeyim yaylayı özlemeden duramıyorum.

      Yorum Yazın