• AYFER GÜVEN
      AYFER GÜVEN

      Adamı Adama Gönderdiler Seni de Bana Gönderdiler

      Yayınlanma: 24 Ekim 2025

      Yatağından, telefonunun mesaj sesiyle fırlayarak uyanan Nurgül, el yordamıyla gözlüklerini buldu. Sabahın bu saatinde hangi erkenci posta güverciniydi? Ya acı haber ya da münasebetsiz biriydi. Ve ekranında süslü püslü bir davetiye fotoğrafı… Samimiyetten uzak iki cümle: “Canım, Hafize’nin nişanı var, ulaştıramadım.” Derinden bir “Hasbinallah!” çekti. Aynı semtte oturduğu cemiyet sahibinin beş dakikasını alacak olan bu ileti neden bu şekilde duyurulmuştu? Haydi sen gelip davet etmedin, sülalenin en zıpır, en ciddiyetsiz insanını niye ulak yaptın?

      Sinirlenecek bolca malzemeli bir güne merhaba… Nurgül nefret nefret bir kahvaltı hazırladı. Simsiyah dumanlar çıkaran bir kara tren gibi “çuflayarak” dolaştı. Ev halkı olağanüstü bir durum sezmişti; canını seven asla “Ne oldu?” diye sormadı. Göz teması bile kurmadan konuşuldu. Nurgül, “Ah, bir nasipli çıksa da ‘Neyin var?’ dese…” diye beklediyse de nafile. Öfkesini kimseciklere paylaştıramadı. Okuluna, işine giden; arkasına bakmadan evi ivedilikle terk etti. “Sabah sabah ne büyük terbiyesizlik!” dedi.

      Yaşadığı tatsız olayın kritiğini yapmak için bir arkadaşını aradı. “Aman boş ver.” cevabı onu tatmin etmedi. Haklılığını onaylayacak tek kişi olan kız kardeşiyle bir telefon görüşmesi yaptı. Maalesef öfkesi bir türlü dinmiyordu. “Önceden böyle miydi?” dedi. Kapılar çalınır, cemiyet sahibi elindeki davetiyesini en nazik şekilde sevdiklerine verir; “Hayırlı, uğurlu olsun; nasipse geliriz.” temennisiyle uğurlanırdı.

      Sinirden midesi ağrıdı. Böyle zamanlarda kendince bir tedavi geliştirmişti. Yani “Kendi doktorun kendin olacaksın.” düsturuyla hareket etti. Kütüphaneden rastgele bir kitap aldı; birkaç sayfa okuyup içinde bulunduğu ahvalden kendini temizlemek istedi. Tevafuk bu ya! Lise yıllarından beri sakladığı kitap, tam da aradığı şifa olacak merhemdi. Kendisine bu eseri mutlaka okuması gerektiğini söyleyen muhterem hocası, mükemmel bir öğretmen, çok değerli bir şahsiyetti. “Hey gidi günler hey!” diye geçirdi içinden. Edebiyat hocasının diğer sınıflarda verdiği bilgileri şube şube dolaşır, not defterine kaydeder ve hazine gibi görürlerdi.

      Edebiyat dersi olduğu günler ise ayakları yerden kesilir; gözlerini dahi kırpmadan dersi dinler, hocanın her kelimesini yutarlardı. Hocasının anlattığı hikâyeyi hatırladı:

      “Köyün birinde oğlunu evlendirecek olan Reşat Efendi, bütün ahaliyi düğününe davet etmek için haberciler gönderir. Köyün ileri gelenlerinden Eşref Ağa’ya kimi göndersem diye düşünürken, köyün velisi mi delisi mi karar verilemeyen meczubuna gözü takılır. Eline bir bohça verir; birkaç kez tembih ederek onu da ağaya gönderir. Bir işe yaramanın mutluluğuyla meczup, bohçayı Reşat Ağa’ya uzatırken yarım yamalak düğüne davetli olduğunu söyler. Ağa, bir bohçaya bakar bir üstü başı toz içinde, sümükleri neredeyse ağzına girecek bu miskine… Çok sinirlenir. Bağırmaya başlar:

      “Koca köyde senden başka adam kalmadı mı?”

      Meczup burnunu koluna siler ve kibirli ağaya süper bir cevap verir:

      “Adamı adama gönderdiler, beni de sana gönderdiler.”

      Arkasını döner gider.”

      “Kıssadan hisse…” dedi Nurgül. “Mekânın cennet olsun Tuğman Hocam. Allah senden razı olsun; bize sadece edebiyatın inceliklerini değil, vatan nasıl sevilir, millete nasıl faydalı olunur, öğrettiniz.” Abdest alıp hocasına bir Yasin-i Şerif hediye etti. Hikâyedeki Reşat Ağa’nın düğüne icabet edip etmediğini hatırlayamasa da bu nezaketsiz hareketi kendine bir aşağılanma saydı ve davete katılmadı.

      Yorum Yazın